Zâhir Evliyâsı

Bibliyofil bir filoloğun yazı defteridir.


Kurgunun Hâsıl-ı Kelâmları IV: Yürüyen Kötülük Bataklığının Notları

  • Yeraltından Notlar – Dostoyevski – İş Bankası Kültür Yay. – 140 syf.

Stendhal’a kıyasla Dostoyevski’yi keşfetmenin kendisi için daha mühim olduğunu söyeyen Nietzsche’nin bu sözünün taşıdığı anlamı bu novellayı okuduktan sonra açık seçik idrak ettim: Hayâta, insana, topluma dâir en ufak bir inancı kalmamış olan Yeraltı Adamı için hiçbir değer herhangi bir anlama sâhip değildir. Bu hiçlik düşüncelerinin, davranışlarının ak ve kara ile hercümerç olmasına sebep olur. Değer yoksunluğu zihin dünyâsında önünü alamadığı bir çelişkiler yumağı ortaya çıkarır ve nihâyetinde bedeni hudûdunda kara cehennem misâli kötüleşmeye başlar. Etrâfındakilere, “parçası” olduğu topluma doğrudan kin güder, onlardan ölesiye nefret eder, iğrenir. Dolayısıyla toplumu reddeden, izole olmuş yapayalnız birine dönüşür. Ancak o her şeyi herkesten daha iyi bilir, zihnen herkesten kendini üstün görür ve sâdece kötüdür. Bu süreç göz önünde tutulduğunda Nietzsche’nin bu karakteri muhakkak sevmiş olabileceğini düşünebiliriz.

Yeraltı Adamı, kendini çeşitli medenîlilik açısından diğerlerinden üstün görmekte net olsa da müdâhale etmeye vâkıf olamadığı bir krizin ortasındadır. Kitabın Sulusepkene Dâir bölümü büyük oranda bu krizin bir resmi sayılabilir. Toplumun ortak değerlerini kökten reddetmesine rağmen hâlâ sosyalleşmeye ihtiyaç duyar. Ancak aşağı gördüğü bu insanlarla irtibat noktasında başarısız olur. Narsistik iç konuşmaları ile davranışları arasında kapanmaz bir makas vardır. Temel îtibâriyle karşısındaki kişilere nefret kusan düşüncelere sâhip bir antikahramanken aslında istemese de diğerleriyle bir araya gelmeye çalışır fakat peşinhükümleri, fıtratı bunu başarmasına mâni olur. Bu da kendisinin onlardan üstün olduğu saplantısını ispatlamaya götüren bir inatlaşma sürecine dönüşür. Muhattaplarının mâzîsi, meslekleri, mevkileri, karakterleri ve sosyallikleriyle baş edemediği için başarısızlıkla sonuçlanır. Bunun doğurduğu anlamsız hiddet, yine daha aşağıda gördüğü – fâhişe olduğunu sezdiğimiz Liza’ya zulmetmesine sebep olur ki benim için bu sayfaları okumak mânevî bir eziyetti! Salt kötülükle beslenmiş ve fenâlık yapma maksadı ile ortaya çıkan “kitâbî ve ahlâkî tiratlar” iyiliğe, yardımseverliğe ve dolayısıyla doğrudan topluma yapılmış büyük bir taarruzun, saflığa ve muhtaçlığa tecâvüzün ta kendisidir. Henüz yoldan sapmış, vicdansız patronların eline düşmüş bir genç kızı; kendi kuvvetini, insanlar üzerindeki tesirini görüp zevk almak için, diğerlerinden intikâm almak için köşeye sıkıştırıp kötü hissettirir, olamadığı şey için onu tatlı hulyâlarla süslenmiş uydurma sözlerle gizli gizli ancak mütemâdiyen aşağılar, küçümser, hor görür. Şeytânî ve kusursuz bir psikopati emsâli. Bu kısımları okumak tam mânâsıyla işkenceydi. Fakat iki bölümden oluşan kitabın durağan ve bir noktaya kadar sıkıcı olan ancak Yeraltı Adamı’nın “felsefik” kabullerini bir ideolog havasıyla anlattığı birinci bölümüne kıyasla Sulusepkene Dâir bölümü su gibi aktı. Zâten ilk bölümdeki soyut îzâhatların geldiği son noktayı yâni kişinin kendi kendine karşı yüzde yüz samîmî olup olamayacağını ölçmek, denemek için bu notlarını yazar. Antikahramanca bu rezillik “kendi kendimize bile açmaktan çekindiğimiz (ancak yaşadığımız) konular”dan birine örnektir.

Yazarın bu kırk yıldır yapayalnız yaşamaya mahkûm kalmış, öksüz ve yetim olduğunu öğrendiğimiz, âile sevgisi görmemiş antikahramana bir isim vermeyişi de kitaba sinmiş hiçlikle mükemmel bir ahenk sağlıyor. Zannediyorum, bir ismi olsaydı şüphesiz Münchausen, Oblomov, Don Juan, Peter Pan, Dorian Gray ve benzeri kitap kahramanlarında olduğu gibi klinik ya da nâklinik bir rahatsızlığın, hastalığın ya da sendromun isim babalığını yapardı. Şâyet böyle olsaydı, o isim lânetlenmiş olurdu. Öylesi bir kötülük.

Benim en çok dikkatimi çeken özelliklerden biri bu antikahramanın kitaplarla içli dışlı olmasıydı. Hoş, sözüm ona kendini aydın tâifesinden sayıyor. Kurgunun birkaç yerinde Gogol, Gonçarov, Puşkin gibi bir dizi yazarın kurgusuna atıfta bulunuyor. Toplum kavramına inanmayan ve değerlerin anlamsız olduğunu düşünen bu adamın az ya da çok Mendelvâri izolasyonunda sığındığı yeraltının temel kaynağı kitaplar. Bunlardan biri de Çernişevski’nin okurunun damarlarına umut, yaşama azmî, çalışma arzusu şırınga ettiği Nasıl Yapmalı adlı romanı. Bu roman yeraltının tam aksine yer yüzündedir, yaşamaya, sosyalleşmeye ama yine ben-e dâirdir. Yeraltı Adamı kristal saray simgesi ile ona atıfta bulunsa da ben Nasıl Yapmalı’yı moda evinde başlayan zulümle hatırladım. İki kurgunun da ana mekânı bizim Tanzimat’ın Beyoğlu’na muâdil olan Rusların batılılaşma remzi Sankt-Peterburg’dur. Nasıl Yapmalı’da hem herkesin emeğiyle gelecekteki Rus toplumunu inşâ ettiği hem de kendini, isteklerini gerçekleştirdiği ana mekân bir moda mağazasıydı. Yeraltında ise bu mekân gündüzleri bir moda mağazası geceleri ise fuhuş batakhânesidir. Bu Çernişevski’nin insanın tabiatı îtibâriyle iyi ve akılcı sayan felsefesine bir reddiye gibidir. Dostoyevski bu moda evinde kurguladıklarıyla insanın salt iyi değil kötü de olabilmesine neden olan bir iç dünyâya sâhip olduğunu kanıtlamak ister gibidir. Bu duruşunu Yeraltı Adamının tasarlarken de sergiliyor. Zîra kahramanın fikri ile, insan can sıkıntısından ne yapacağını bilemediğinde beklenmedik ve akıl dışı şeylere meyleder. Verdiği câriyelerinin göğsüne iğne batıran Kleopatra örneği ile Yeraltı Adamı’nın kalkıp onu sevmeyen, kendisinin de nefret ettiği bir “arkadaş” grubuna dâhil olmaya çalışması ya da yoldan geçen bir askeri kafaya takıp onu alt etmeye çalışması ile uyuşuyor. Bu iki örnekte de ne akıllıca davranıyor, ne çıkarını yahut yararını gözetiyor, üstelik nefret, kin ve iğrenme duyguları kabarmış hâlde.

Kitabın kahramanları içinde “Oh olsun!” dedirten bir kahraman vardı ki o da Yeraltı Adamı’nın hizmetkârı Apollon’du. Yunan mitolojisinde vicdanın da sembolü olan Apollon’un bu, efendisine eyvallah etmeyen huysuz ihtiyara ad olması bir tesâdüf olmasa gerek. Kurgunun son demlerinde antikaramanın geçirdiği histeri krizinin tetikleyicisi oydu. Îtiraf etmeliyim ki ona bir hamam böceğinden daha az kıymet veren efendisinin onun üzerinden kendi egosunu tatmin etmesine müsâade etmemesi içimin yağlarını eritti. Onun sâyesinde karın ağrısı hâlini alan konuşmaları -son defâda selmişçesine gelmiş olsa da- son buldu.

Bu yürüyen kötülük bataklığını okumanızı tavsiye ederim.



Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın