Zâhir Evliyâsı

Bibliyofil bir filoloğun yazı defteridir.


Kurgunun Hâsıl-ı Kelâmları II: Bibliyoman Bir Asalağın Hikâyesi

  • Sahaf Mendel – Stefan Zweig – Türkiye İş Bankası Kültür Yay. – 59

Birçok novellasını okuduğum Stefan Zweig zihnimde bir fikrisâbit avcısı olarak yer etmiş durumda. Bu noktada Sahaf Mendel adlı baskıda yer alan Sahaf Mendel (1929) ve Görülmeyen Koleksiyon (1927) novellaları da birer saplantıyı ele alarak yazarın zihnimdeki konumunu pekiştirdi. Ancak bu kurgular misâlen Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ya da Amok Koşucusu‘nda tahkiye edilen cinsel saplantılardan farklılaşıyor. Bu iki novellanın saplantıları objelere yönelmiş durumda. İlkinde arzular kitapların emrindeyken ikincisinde ise grafikler, gravürler bir mutluluk kaynağı hâlini alıyor ki ben kendim de bu iki nesneyi çok severim. Ayrıca iki novellanın da ana çatışması savaş şartlarıyla ortaya çıkıyor ve nâdîde zevklere sâhip bu “mâsûmiyet timsalleri” yoksulluk ile boğuşuyorlar. Savaş demişken belirtmekte fayda var ki ikisi de, basıldıkları târihler de göz önüne alındığında fark edileceği üzere I. Dünya Savaşının yarattığı fenâ koşulları resmediyor.

Öncelikle bir bibliyofil olarak takdim edilen ancak obsesif-kompulsif bozukluğu olduğu su götürmez bir hakîkat olan dolayısıyla bibliyoman denmesi isâbetli olacak Jakob Mendel’e bakalım. Burada yâni diye başlayan bir parantez açayım: Bu novelladan ve kahramanından Kitap Hırsızı‘nın tatlı Liesel Meminger‘ine benzer bir kitap sevgisi ya da Edebiyat ve Patates Turtası Derneği‘nde gördüğümüz kitabın birleştirici gücünü bulamayacaksınız.* Bu adam, yazarın tâbiriyle “kitapların pırıl pırıl parlayan ve binlerce çeşit çok tanrılı dünyası uğruna o sert ve tek Tanrı’sı olan Yehova’yı terk e”den biridir. Bu ifâde kahramanın sâdece dünyâyla olan yok hükmündeki irtibâtını târif etmiyor, aynı zamanda psikolojik olarak odaklanma “melekesinin” dehşet verici boyutunu da gösteriyor. Zâten hemen bütün satırlarda methe lâyıkmış gibi sunulan bu özelliğin tasvîrini görüyoruz. Meselâ dünyânın gerçekliğinden ve şartlarından öyle soyutlanmıştır ki birlikte çalıştığı ve şehit düşen garson Franz’ın yokluğunu bile fark etmemiş, onlarca sene ekmeğini yediği ve ona çok iyi davranan dükkân sâhibi Bay Standhartner’in oğlunun esir alındığını bilmemiştir. Bunun adı vefâsızlık, nankörlük ya da en basitinden umursamazlık değil de nedir, bilemiyorum. Sayfa 20’ye kadar gâyet olumlu karşıladığım kahramanın portresi bu satırlardan sonra gözümde tepetaklak oldu. Bibliyoman bir asalağın hikâyesini okumaya başladım ve novella bittiğinde de yaşamış olduğu haksız suçlamalar -ve yaşadığı ayrıntılandırılmamış mahpusluk hayâtı- bile onun bir asalak olduğu gerçekliğini silemedi. Parçası olduğu toplumun savaşta olduğunu ve yaşam şartlarının berbat olduğunu bile bilmiyor ve umursamıyorken onunla neden empati kurulsun ki? Sırf hayranlık uyandırıcı ve anormal bir “meleke”si olduğu için mi? Hayır, teşekkür ederim, bu bana göre değil. Ancak bu novellada sevdiğim bir kahraman varsa o da tuvaletçi Bayan Sporschill’di. O kafede, onlarca sene ona da hizmet etmiş bu zavallı “alt tabaka”dan kadın sâyesinde Mendel’in âkıbetini öğreniyoruz. O da bir azîzi övercesine kahrolarak “pek iyi” deyip durur, onun için üzülür. Buz gibi soğuk suyla iş yapmaktan kızarmış ellerini önüne kilitlerken bu kadıncağızın o adamdan daha kıymetli biri olduğunu düşündüm. Bana öyle geliyor ki Mendel onun adını bile bilmiyordur. Dolayısıyla bu kadıncağızın onu huşû içinde yâd etmesi bana haksızlık ve lüzumsuzca bir şey gibi geldi. Onun saflıkla Mendel’in okuduğu son kitabı saklaması da bu fikrimi destekler nitelikte bir garâbet.

Peki bu novella kötü müydü? Hayır, katiyen değil. Anlatıcı kahramanın tüm olumlama yağmuruna karşı çıkmama rağmen Zweig, akıcı üslûbuyla gâyet sağlam bir kurgu oluşturmuş. Bu sebeple hem çok da uzatmadan “hâsıl-ı kelâm” diyen hem de okuma zevki veren bir kurgu arıyorsanız tam size göre. Fakat daha güzelini, belki daha insânî duyuşlara hitap eden bir novella isterseniz hemen devâmındaki Görülmeyen Koleksiyon’u şiddetle tavsiye ederim.

Bu ikinci novella tam bir yoksul düşme dramı. Saplantısına rağmen Bay Herwarth’ı daha olumlu karşıladım. Çünkü yoksullaşmalarındaki asıl pay savaş açıp duran bu nedenle de hiperenflasyonun önüne geçemeyen devlet. Özgün gravür koleksiyoncusu olsa da anlatıcıdan öğreniyoruz ki adamımız bu parçaları zamânında çok ucuzdan satın almış. Ama kişisel trajedisi kör olması ve dolayısıyla koleksiyonunu görememesiyle başlıyor. Açıkçası bu adam Mendel’e kıyasla daha anlaşılır biri olsa da bu trajedisi eşi Luise ve kızı Annemarie’nin trajedisinin yanında bir hiç. Zîra savaşın getirdiği fakirliğin her yeri ve herkesi kasıp kavurduğu şartlarda bu iki garîban bir yandan geçim sıkıntısını atlatmaya çalışıyor bir yandan da adama hiçbir olumsuzluğu aksettirmiyorlar. Savaşa dâir haber okumuyorlar, geçim sıkıntılarından söz etmiyorlar. Çünkü bu olumsuzluklara karşı hassas bünyesinin onu ölüme sürüklemesinden endîşe ediyorlar. Ancak hiperenflasyonun olduğu bir ortamda adamın ayda sâdece iki gün geçinmelerini sağlayan emekli maaşıyla değirmen de dönmüyor ve iş ellerindeki en kıymetli şeylere yâni koleksiyona kadar varıyor ki bu iki kadın apayrı bir trajedi yaşamaya başlıyor. Anlatıcı olan antikacı çıkageldiğinde ise ortaya çıkan çâresizlik ve mahçûbiyetin tasvîri okur olarak bana da aksetti. İddiasız gibi görünen ancak bana kalsa hâsıl-ı kelâmlar içinde yeri gâyet müstesnâ olan bu kurguyu herkes okuyabilir.

Baskıdaki son kurgu ise insanlarla ilişkisi, yaşam felsefesi hayranlık uyandıran âdeta kendi çapında bir Hızır olan Anton’un öyküsü. Bir solukta bitiveren birkaç sayfalık bu bahsedişin son noktasında böyle insanlara özlem çektiğimi fark ettim: Yardımsever, pazarlıksız, iyilik meleği.

* Kitap Hırsızı da Edebiyat ve Patates Turtası Derneği de filme çekilmiştir ve tatlı bir gülümseme ile izlenebilir. Öneririm.



“Kurgunun Hâsıl-ı Kelâmları II: Bibliyoman Bir Asalağın Hikâyesi” için bir cevap

  1. […] Kurgunun Hâsıl-ı Kelâmları II: Bibliyoman Bir Asalağın Hikâyesi […]

    Beğen

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın