Zâhir Evliyâsı

Bibliyofil bir filoloğun yazı defteridir.


Kurgunun Hâsıl-ı Kelâmları I: Şaşırtıcı Sonlarıyla Mükemmel Öyküler

  • Son Yaprak – O. Henry – Yordam Edebiyat – 80 syf.

Roman mı zordur yoksa öykü mü? Bu güzel bir münâzara meselesi olabilir ama öznelliğin pençesinden kurtulmak mümkün olamayacağından benceli cümleler kurup kıyaslamalı bir tartışmaya mahal vermemek daha mâkul. O yüzden bence öykü daha zordur, derken belki şimdiki yoğun duygularımın te’siri altında olduğumu düşünebilirsiniz. Bu beni bir nevi mâzur görmek gibi olacaksa da eyvallah, bir mahsuru yok.

İlkokul ve ortaokulda Türkçe derslerinin bana kattığı en güzel şey okumak. Okumak ne güzel şeydir, anlatmaya kelimeler kifâyet etmez. Sonra, özelde roman ve öykü okumaları elbette. Sanıyorum tanıştığım ilk öykücü Ömer Seyfettin. Kaşağı ve Falaka’nın çocuk Zâhir’in tâze belleğini nasıl sarsıp vicdânını sızlattığını seneler sonra bile anımsayabiliyorum. Sonra ağabeyimin Türkçe kitabındaki Hişt, Hişt! öyküsüyle tanıdığım Sait Faik’in beni derinden yaralayan Semaver’i ve Son Kuşlar’ı, Sabahattin Ali’nin Değirmen ve Viyolensel’i hiçbir zaman aklımdan çıkmadı. Gel zaman git zaman, ancak yakın zamanda okuduğum Memduh Şevket’in öykülerinin bir kısmı da aynı hassaslığı içerdiğini gördüm. Nedense, bu yazarlarda okuduğum insânî duyuş, hassasiyet sanki evrenseli değil de yereli yansıtan bir tarafa sâhipmiş gibi gelirdi bana. Şuncacık az sözcükle doldurulmuş üç beş sayfaya sığmış dertler, tasalar, buruk mutluluklar, nârin bağlılıklar sâdece Türkçe anlatılabilir diye düşünürdüm. Tabiî dünya çıplak gözle gördüğümüz ufuk çizgisinde son bulmuyor. Çeşitli vesîlelerle önceden parça parça okuduğum O. Henry’nin öyküleri ufuk ötesinin en güzellerinden. Okunduktan sonra insanın gözlerinden doğan parıltılarla kafatası etrâfını saran görünmez hâleler az evvel söz ettiğim insânî hassasiyetten yoğrulmuş diyebilirim.

Tanıdık bir güzellik, bildik bir incelik, hasret duyulacak cinsten hayallerden mürekkep 6 öykünün toplandığı bu güldeste bir nefeste okunuyor. Kitaba adını veren âbidenin kısalığına rağmen koca bir hayat anlatılıyor. Aslında, sanırsınız ayaküstü bahsediliyor bu insan ömrü. Çünkü asıl mesele iki ressam genç kızın dostluğu gibi duruyor. Ama aslında iyiliğin doğurduğu bir resmin, hayır, yok! Bir ressamın hayatını adadığı âbidevî şâheserinin doğuşunu anlatıyor. Fakat şâheserler tuval üzerinde olmak zorunda değil.

İkinci öykü Noel Hediyesi, önceden de okuduğum ve bir duvar gibi sapasağlam bir kurgu. Yoksullukla boğuşan ama en kıymetli varlıklarını bir diğeri için fedâ edecek denli birbirlerine âşık genç bir karı kocanın Noel arifesini anlatıyor. Kendini bir kere daha, sonra bir kere daha ve ardından bir kere daha okutacak bir sonla bitiyor öykü. Âşık olmak, size sizin ona beslediğiniz aşktan daha fazlasıyla bağlı birine âşık olmak hissini yaşatıyor.

Kitaptaki bütün öyküler şaşırtıcı sonlara sâhip. Hatta îtiraf etmeliyim ki yazar husûsen bu sonları daha şık göstermek, daha hayranlık uyandırıcı olsunlar diye giriş ve kısmen gelişme kısımlarındaki heyecânı düşük tutmuş gibi ki târif buysa bütün öykülerini okumak farz. Çünkü tüm gövdeye rağmen o sonlar amaçlandığı gibi bir etki yaratıyor. Meselâ Yasa ve Düzen. Öykü boyunca bir adâlet timsâli olarak takdim edilen Luke’un babalık hisleri devreye girdiğinde timsâlliğin kırılganlığı gözler önüne serilmiş. Teknik Hata öyküsü bizde de hâlen görülen kan dâvâlarının Amerika versiyonu diyebiliriz. Ama on sayfalık görece durağan öykünün son cümlesi okuru âdetâ dumura uğratıyor. Umulmadık bir merak ile ne okudum ben deyip son paragrafa tekrar sarılıyor. Beni en çok güldüren kitabın son öyküsü olan Prenses ile Dağ Arslanı’ydı. Bu öykü bâriz şekilde günümüz kısa videolarında skeci yapılan “erkeğini güçlü hissettirmek için ihtiyâcı olmasa da ondan yardım isteyerek ona ‘kendini yararlı ve değerli hissettir’en kadın” konusunu işliyor ve okur son paragrafa kadar hakîkaten de prensesin mâsûmiyetine aldanıyor.

Güldestede yer alan Jimmy Hayes ile Muriel öyküsünde son tahmin edilebilirdi fakat öykü yine de biricikti çünkü hakîkî kahramanların, zaman geçse de hak ettikleri saygıyı görmeleri gerektiği fikrini tatmin edecek cinstendi. İyi ki bu öykü diğerlerinin yanına konulmuş. Yazarın, mahâretinin şaşırtıcı sondan ibâret olmadığını göstermesi bakımından kıymetli bir örnekti. Yine de bu diğer beş öykünün teknik açıdan birbirlerine benziyorlar diye aynılaştıkları anlamına gelmiyor. Hepsi okunmaya değer, başarılı eserlerdi. En güzeli ise öyle keşke uzun uzadıya anlatılsaydı da daha çok keyif alsaydık dedirtmiyor. Tam aksine üzerinden biraz zaman geçsin de tekrar okuyayım dedirttiğini söyleyeyim ki başarı bu değilse nedir?

Kitaba dâir belirteceğim son nokta çevirinin mükemmelliği. Dilerim, Mete Ergin’in daha fazla çalışmasıyla buluşabilirim çünkü Türkçeyi tezgâhında bileyerek parıltılı hâle getirmiş.



Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın